Gösteri Dergisi – Şubat 2000
Ercüment Tarhan’ın resimleri üstüne yazmak, nesnelliği hedefleyen ve en azından onu yakınsama çabasına bağlı, resme ilişkin, bir çözümleme yapmayı olanaksız kılıyor benim için. Estetik alanın nesnel bir düşünce alanı olduğundan emin olmayışım bir yana, kişi olarak ressam ve benim onun varoluş biçiminden kolayca ayırt edemediğim resmi, kişisel tarihimin de bir parçası olduğu için. Uzun kopukluklara rağmen yıllarca sürmüş sessiz bir iletişim, renklerin huzurlu müziği içinde bir dostluk, ona modellik ettiğim saatlerde, olağanüstü doğal bir biçimde, beni kendi berimdeki bir iç dünyadan ötekinin eserinde yaşamaya doğru kaydıran bir sihir. Onun resmini incelerken dile gelmesini engelleyemediğim o fazlalık, onun sanatının bende dostlukla birlikte yaşanmasından kaynaklanır kuşkusuz.
1983’te Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirirken yaptığı mezuniyet resmindeki bir figürdüm. Modellik deneyimim Ercüment Tarhan’ın resimleriyle sınırlıdır ve bu deneyim içinde onu pek çok kez çalışırken izleme fırsatını buldum. Tam da bu yüzden belki, ona modellik etmek benim için hiç sıkıcı olmadı. Onu, resminde kendini silen ama aniden tualin her yerinde ortaya çıkan bir ressam, bazen sessiz bir kendiyle tartışma yaşayarak, gün ve gece boyunca aradığına hep bir mucize eseriymiş gibi kavuşan bir sanatçı olarak tanıdım. İlk karşılaştığımızda ben oldukça genç, onaltı yaşında, birkaç şiir yazmış, Baudelaire, Rimbaud ve Apollinaire gibi şairlerin şiirlerini çevirmeye bile cüret etmiş, Akademili, kendinden büyük arkadaşlar arasında ama kendi dünyasında yaşayan biriydim. Sonradan ana mesleği olan felsefe ağır bastı ve yoğun bir akademik hayata doğru evrildim. Ercüment Tarhan, o yıllarda benden oldukça büyük olmasına rağmen, kafasında yaş, cinsiyet, toplumsal statü gibi takıntıları hiç olmadığından ve başkasının farklılığını yoketmeye değil resminde görmeye çalışan kişisel açıklığı yüzünden olsa gerek, ara sıra atölyesine uğrayıp yanında kendi dertlerimi unutup resmin dünyasına girdiğim bir insan haline geldi.
Onun karakterinin en önemli özelliği konukseverliği olsa gerek diye düşünüyorum geriye bakınca.
“Babamı takdir ediyorum şimdi” diyordu bana geçen gün, uzun zaman aradan sonra yine resmimi yaparken, onun ne kitap okumasını ne de resmi seçmesini hiç sorgulamadığı ve hatta hiç ilgilenmediği için. Iğdır’daki tek kitapçıya her ay dört adet gelen ve üçü satılmayıp geri gönderilen Milliyet Sanat dergisinin tek okuyucusu oymuş lisedeyken. Ondan sonra İstanbul’a geliş ve birincilikle mezun olduğu Akademi’de geçen öğrencilik yılları ve ardından da malum, bu ülkede ressam olmanın yoğun bir bedel gerektiren yaşamı. Ama bu yaşam, onun için tutkunun da ötesinde, neredeyse görülende görülmez olanın çağrısına verilen bir yanıt, dünyanın tenine dokunurken duyduğu bir sorumluluk, iyi bir resim yaptığı zaman onun tüm sıkıntıların ağırlığından bir anda kurtaran, resim ters gittiği zaman allak bullak eden vazgeçilmez bir tinsel deneyim demek. Onun resminde vücuda gelen tin, ona değen bakışa ölümlülüğünü vaadediyor sessizce. Belki de bir yüze kapılıp her şeyi bırakmayı, yolculuklara çıkmayı, gelecekle karşılaşmayı, unutulmuş bir dünyanın örtüsünü kaldırmayı…
Merleau-Ponty dünyanın algısını betimlerken onu özne nesne ontolojisine sığdıramaz bir türlü; 1945 tarihli ‘Algının Fenomenolojisi’ adlı eserinin ‘Duyumlamak’ adlı bölümünün bir yerinde şöyle demekten kendini alamaz: “Algılayan ben değilim, bende algılanıyor demeliyim.” Söz konusu olan algının bir genellik atmosferi içinde verili olması, rengin algısının en derin katmanında, duyumun varoluşumdaki bir titreşimden ibaret hale gelmiş olmasıdır. Sıradan nesneler dünyanın bize unutturduğunu, dünyayla kurduğumuz ilksel temasın algısal bir yaşantı olduğunu Ercüment Tarhan’ın resimleri doğruluyor sanki, onun resminde çok önemsediğim başka bir şey de dünyayla kurulan bu temasın kadın teniyle ilişkilendirilmesi. Yine Merleau-Ponty’e atıfta bulunarak söylersek; cinsellik dünyada oluşumuzun bir parçası değildir yalnızca, dünyada oluşumuz tümüyle cinsiyetli bir varoluştur, tıpkı tümüyle zamansal ve mekansal olduğu gibi… Ercüment Tarhan’ın resminde görülen cinsiyetlilik, cinselliği bir tüketim nesnesi haline getiren popüler kültürün hiç bilemeyeceği, tende taşınan, hiç çözülmeyecek bir muammaya benzer. Onun resimlerinde tüm aidiyetlerinden ve kimliklerinden sıyrılan kadın yüzleri, gerçek hayatta hiç olamayacakları kadar kendileriyle barışık ve özgürdür. O, çoğunlukla kadınların resimlerini yapan bir ressamdır, ama onu ilgilendiren kadınlardan çok, kadınların dünyayla ilişkisindeki bir imkandır sanıyorum. Tüm yakınlıklarıyla yabancı, mahkum etmeyen bakışlarıyla garip ve yumuşak olan bu kadınların geleceklerine ışık tutuşlarında, boşluğun fotoğrafını çekişlerinde, gökle birleşmelerinde, perdenin önünde oldukları gibi duruşlarında, her şeyi geride bırakan yolculuklarında, yorgun erotizmlerinde, arzularının adsızlığında, yüzlerini göstermeyen aynalarda ve zamansız tecrübelerin kayıtlarında, izlerinde, defterlerinde, onlarla yüz-yüze geliş deneyiminin ne takibi ne de açıklaması var. Bakışımız onları mülkiyetine geçiremeyeceği gibi; onlar da bakışı geri dönüş güvencesi olmayan bir yolculuğa çıkmaya davet ederler.
Ercüment Tarhan, tevekkülle arar imkansızı; dostlukla yalnızlığı, soluksuz çalışmayı ve huzuru, yüzün resmin zamanını kesintiye uğrattığı anı.
Zeynep Direk